Ana içeriğe atla

Ya Asıl Önemli Olan Sıradan Deneyimlerimizse

 



https://secularbuddhistnetwork.org/what-if-our-ordinary-experience-is-all-that-matters/

 

Aşağıdaki yazı Stephen ve Martin Batchelor’un bir inziva sırasında yaptığı dharma konuşmalarından derlenen “What is this; ancient questions for modern minds” (Bu Nedir; modern zihinler için kadim sorular) adlı kitaptan alınan bir bölümdür. 

Kitap The Tuwhiri Project tarafından basıldı. 2018’de kurulan The Tuwhiri Project seküler dharma çalışması yapan kişi ve topluluklar için eğitsel kaynaklar üretiyor ve zor bir dünyada anlam bulmaya çalışanlara yardım ediyor.


Şu anda kendimizi nerede bulduğumuzla başlayacağım. Sizin nerede bulunduğunuzu bilmediğim için de korkarım kendimden söz etmek zorundayım. 


Şu anda deneyimlediğim şey, ne zaman bir mindere oturup olan bitenlere dikkat etsem karşılaştığım şeyle aynı. Yine de her seferinde deneyimlediğim şey her neyse bunu kelimelerle ifade etmekten tamamen aciz kaldığımı görüyorum. Seon [Korece: Zen ya da Dhyana] meditasyonu ya da sadece çevrede olanlara dikkat etmemizi gerektiren herhangi bir egzersiz olsun, meditasyon sırasında karşımıza çıkan, varlığımızın yalın olgusal gerçekliği oluyor. 


Olduğum bu varlık olduğuma ilişkin kaçınılmaz gerçeklik. 


İçe döndüğümde ya da kendime ‘İçe dönüyorum’ dediğimde, bu her ne demekse, bana çok yakın var olan ancak tanımlanması olanaksız bir şeyle yüz yüze gelmiş gibi oluyorum. Bu bana ilk anda her zaman bedende, göğüste ya da karında bir yerde belirli bir duyum olarak geliyor. Her zaman değişken oluyor. Bir kaç gün önce William James’in yazdığı bir pasajı hatırladım:


“…dikkatle incelediğimizde, gerçekten de ‘benden içeri ben’in temelde başın içinde ya da  başın tepesiyle boğaz arasında hissedilen hareketlerin toplamından oluştuğunu söyleyebiliriz… Ruhsal etkinliğe ilişkin duyumlarımız, ya da genel olarak bu etkinlikleri anlatmak için kullandığımız ad her neyse, gerçekte pek çok kişinin asıl doğasını göz ardı ettiği bedensel etkinliklere ilişkin duyumlardır…”

Meditasyon sırasında ya da kim olduğunuza ilişkin bir merak yüzünden bu tür bir içe bakış çalışmasına zaman ayırmış olan herkes James’in neden söz ettiğini büyük olasılıkla anlayabilir. Benliğimizin doğasına ilişkin böyle ‘derin’ soruları araştırmanın, kendimize karşı dürüst olursak, eninde sonunda, bizi bayağı sıradan fiziksel duyumlarla karşı karşıya bırakması ilginçtir. 


Bir kaç yıl önce 1990’larda Nepal Katmandu’da, Urgyen Tulku adlı bir öğretmenle Dzogchen çalışmak için bir rahibeler manastırı olan Nagi Gompa’da bir iki gün kaldım. Ondan Dzogchen çalışmalarına inisiyasyon için alınması gereken işaret etme öğretisini aldım. 


Öğretide zihninizin doğasına, hatta rigpa denilen sıradan zihninizden daha üstün, kadim ve lekesiz, bozulmamış bir bilince işaret eden doğrudan bir sunum yapan öğretmen dinlenir. Ancak sorun şuydu ki, Urgyen Tulku bunu ne kadar işaret ederse etsin, farkına varabildiğim tek şey bedenimdeki bir noktadan kaynaklanan fiziksel bir duyumdu.


Tabii bunu ona söylediğimde, ‘Hayır! Bak! Bu biçimsiz, kalıpsız, renksiz, hissedilemeyen bir şey,” vb. dedi. Ama rigpanın ne olduğu bana ne kadar anlatılırsa anlatılsın, bedenimdeki fiziksel duyumun ötesine geçemedim. Daha zihin, bilinç ya da farkındalıkla ilgili düşünemeden William James’in boğazının arkasında hissettiğine benzer o garip ve tanımlanamaz duyumu hissediyordum. Bir Dzogchen uygulayıcısı olmak yapıma uygun değildi. Kişiyi zihnini ya da zihinsel durumlarını fark etmeye yönlendirmesi gereken farkındalık ya da diğer meditasyon uygulamalarını yaparken de tam olarak aynı şeyi deneyimliyorum. Kore’deki Seon eğitimim sırasında öğretmenim Kusan Sunim Çince/Korece/Japonca shin (ya da Korece gündelik dilde maum) dediği Palicesi citta olan ve kalp-zihin olarak çevirebileceğimiz bir kavram üzerinde çok duruyordu, ancak onun öğretisi de Dzogchen’den çok farklı değildi. Kusan Sunim bize ‘Bu nedir?’ sorusunu sormayı öğretirken onun için ‘bu’ shin’i ifade ediyordu. 

Sunim, shin’in sıradan, gündelik zihnimiz olmadığını açıkça belirtmişti. Shin, tıpkı rigpa gibi, bir şekilde çok daha fazlasıydı. Sahnenin arkasında, gözden saklıydı ve meditasyon deneyiminin amacı onu doğrudan deneyimlemek üzere ona ulaşmaktı. Böylece - öğretmenimin anlayışına göre -aydınlanma bu şekilde deneyimlenecekti.  Ancak eğitimimin başından beri bu anlatım biçiminden oldukça kuşkulandığımı farketmiştim. Orada görebildiğimiz, duyabildiğimiz, koklayabildiğimiz, dokunabildiğimiz ve sıradan zihnimizle bilebildiğimizden daha fazlasının ve ötesinin var olduğu fikrine karşı koyuyordum. 


Seon geleneğinde gündelik hayattaki deneyimlerimizin özelliğini vurgulayan - bahçedeki selvi ağacı ya da keten tohumu yığını vb. hakkındaki mesellerde ortaya konan - anlayışla Advaita Vedanta’daki ikici olmayan bilinç kavramına benzeyen aşkın evrensel bir zihin ya da bilinçle ilgili mistik öğreti arasında bir gerilim olduğu göze çarpar. Öğretmenimin shin derken ne demek istediğini ne kadar anlamaya çalışsam da bu konuda hala ilk günkü kadar aklım karışık. Bu uygulamayı öğretmek için bunun yarar bir yöntem olduğuna da ikna olamadım.


‘Bu uygulama’ derken sadece o inzivada yapılan sözünü ettiğim meditasyonu kastetmiyorum, ama tam anlamıyla bir insan olmaya, kendime karşı bütünüyle dürüst olduğum bir yaşam sürdürmeye yönelik geniş anlamda uygulamayı kastediyorum. Hayatımda hiç doğrudan deneyimlemeyi başaramadığım bir aşkın bilinç ya da gerçeklikle ilgili iddiaları sadece güvene dayalı olarak kabullenmek konusunda temkinli olduğum bir uygulama.


Seon da dahil sıklıkla Budizme sızan bir anlayış, şimdiki zaman içinde yaşamakta olduğumuz deneyimden fazlası olduğuna ve bu fazladan şeye ulaşmamız gerektiğine ilişkin anlayıştır. Bu çok çekici bir fikir, kendisini ‘mistik’ olarak nitelendirebilecek çoğu gelenekte tipik olarak rastlanan bir anlayış. Tanrı, Mutlak ya da Koşullanmamış Olandan söz ettiklerinde genellikle bunların ardında şu an deneyimlediklerimizin bir biçimde yetersiz, eksik, en iyi olasılıkla daha engin bir başka şeyin sadece küçük bir parçası olduğu fikri yatar. Bu geleneklerde öğretilen uygulamalar da, izlediğimizde bizi bu ‘engin şeye’ ulaştıran yöntemler sunar. 


Bu noktada kısa bir suttayı hatırlıyorum, Buddha’nın Bağlantılı Söylevlerinden Sabha Sutta adlı bir söylevi. Sabha ‘her şey’ ya da ‘hepsi’ demek. Gotama diyor ki: 


Keşişler, size ‘her şey’i öğretiyorum. Dinleyin. Peki ‘her şey’ nedir? Göz ve biçimler, kulak ve sesler, burun ve kokular, dil ve tatlar, beden ve dokunma hisleri, zihin ve dharmalar (öğretiler). Buna ‘her şey’ adı verilir. Eğer herhangi biri şöyle konuşursa: “Bu ‘her şey’i reddederek bir başka ‘her şey’i öğretmeliyim.” Bu onların namına sadece boş konuşma anlamına gelir. Eğer bu konuda sorgulanırlarsa doğru düzgün cevap veremez ve dahası zorlukla duruma düşerler. Neden? Çünkü, keşişler, bu ‘her şey’ onların varoldukları düzlemde değildir. 


Şimdi bu paragrafı çok ilgi çekici buluyorum. Nagarjuna ve Madhyamaka felsefesinde de tinsel çalışmaların amacının bizi görebildiğimiz, duyabildiğimiz, koklayabildiğimiz, tadabildiğimiz, dokunabildiğimiz ve an be an sıradan bilincimizle bilebildiğimiz şeylerin dışına çıkarmak olduğu fikrine kuşkuyla yaklaşan benzer bir yaklaşım bulabilirsiniz. Bunun da erken Seon geleneğini karakterize eden bir özellik olduğunu düşünüyorum. Sanırım Seon [Chan] geleneğinin Çin’deki varlığının başlangıcı, Budizmin içine sızmakta olan tumturaklı mistisizmin açıkça reddiydi. İlk Seon ustalarının sıradan deneyimlerin ötesinde yatan mutlak gerçekle ilgili anlayışlara ayıracak zamanı yoktu. Bunun yerine şu anda bu bedende, bu duyularla ve tenle yaşadığımız deneyimin basitliğini ve önceliğini geri kazanmaya çalışıyorlardı. Bu başladığımız nokta.


Buddha’yla ilgili söylence de aynı şeye işaret eder. Kendisinin bir arayışa girmesine neden olan da, hayatının varoluşsal gerçeklerine uyanmasıydı. Doğum gerçeği, hastalık gerçeği, yaşlanma gerçeği ve ölüm gerçeği onun soruları haline geldi. Bu deneyimler tam olarak bu nefes alan, hisseden bedene aitti. Bizim başladığımız nokta da burasıdır. Zihnimiz geçmişte, gelecekte ya da bunlarla ilintili belirli bir düzeni olmayan düşünce dizilerinde dolaştıkça geri döndüğümüz de bu noktadır. Çok iç içe olduğumuz ama anlatılması güç olan bu renksiz, kesin ivediliğe geri döneriz: başka bir deyişle şu anda deneyimlemekte olduğumuz şeye.


Kendime ‘Bu nedir?’ diye sorduğumda ‘bu’ derken kastettiğim bir çeşit mistik citta, shin ya da rigpa değil. ‘Bu’ derken şimdi, şu anda deneyimlediğimiz her şeyin bütünlüğünü kastediyorum. 


Bu deneyimlediğimiz her neyse… 

Hindistan’da Tibet Budizmi ile ilgili üç ya da dört yıllık eğitimden sonra insanın birden bire karşılaştığı deneyimlerden birini yaşadım. McLeod Ganj üstündeki ormanlarda bir kova su taşıyarak yürüyordum, birden olan biten her şeyin inanılmaz derecede garip olduğu, sadece orada olmanın, o ormanda sağ elimde bir kova suyla ayakta durmanın verdiği tuhaf his altında ezilerek olduğum yerde kaldım. Bu deneyim o zamandan beri tinsel çalışmalarımda yaptığım diğer pek çok şeyi, yazdıklarımı ve öğrettiklerimi etkiledi. O andaki deneyim, daha Seon geleneğiyle ilgili hiçbir şey bilmezken, felsefe ve dinin ilk ortaya çıkışına yol açan ilkel sorgulama ve merakın böyle bir şey olduğunu düşündürerek beni adeta çarpmıştı. Eğer açık olursak hayatın kendisinin kendi pürüzlü sadeliği içinde engin ve çok güçlü bir gizeme sahip olduğunu fark edebiliriz. 


Yine de biyoloji ve evrim bakımından hayatta kalmaya göre yapılanmış canlılar olarak çevremizdeki varlıkları bu şekilde deneyimlemeye uygun olmadığımızı düşünüyorum. Böyle deneyim anları, dilin ve kendi üzerinde düşünebilme yetisi olan bir bilincin ortaya çıkmasını sağlayacak düzeyde evrimleşmiş karmaşık beyinlere sahip olmanın bir yan etkisi olabilir. Diğer hayvanlardan farklı olarak öleceğimiz gerçeğinin bilincindeyiz. Tamamen farklı nedenlerle evrimleşmiş bir bilincin yan ürünü olarak, kendi kendimizi sorun haline getirebilme yetisini elde ettik. 


Bu Seon uygulaması - aslında dharma uygulaması da kim ve ne olduğumuza ilişkin soruyla bir hesaplaşmadır. Bu kendimizin kendimiz için az ya da çok ilginç gerçekler dizisinden çok,  bir gizem olmasına izin vermektir. Sanırım insanların çoğu hayatlarının belirli anlarında buna benzer bir şeyi deneyimler. Bu doğadayken, sanat yoluyla, aşkla, felsefe çalışmakla ya da ölümle karşılaşınca, birdenbire orada değil de burada olduğumuza ilişkin karşı konulmaz gerçekle karşılaştığımız herhangi bir anda ortaya çıkabilir. 


Batı geleneğinde bu düşünce en erken, ‘merak felsefenin başlangıcıdır’ diyen Sokrates’e kadar gider. Leibnitz ve daha sonra Heidegger, ‘Neden yokluk değil varlık var?’ sorusu üzerinde durmuştu. Bu soru benim için hep bir kongan (Japonca koan) yerine geçmiştir. Herkes için aynı etkiyi yaratmayabilir, ama bu soruyu ilk okuduğumda bir ürperme hissettim. Bunun Seon’da ‘kuşku duygusunu geliştirme’ olarak adlandırılan şeye çok yakın olduğunu düşünüyorum. Bunda fiziksel, insanın bedeninde yansıyan bir özellik var. Burada sadece saf zihinsel veya ruhsal bir deneyimden söz etmiyoruz. Elle tutulur şekilde bedensel bir şeyden söz ediyoruz. 


Kapısız Kapı adı verilen kongan derlemesini hazırlayan Wumen Huikai, ‘360 kemik ve ekleminizi ve 84,000 gözeneğinizi katı bir kuşku yığını haline getirene kadar, tüm bedeninizle sorgulamalısınız,’ der. Tabii burada mecazi bir anlatım var, ama galiba hepimiz ne demek istediğini anlayabiliriz. Bu entelektüel sorgulama ya da şaşkınlığın ötesine geçen, zihin ve bedeni anlamlı bir biçimde ayırt edemeyeceğimiz, yaşamsal, bedenleşmiş bir hayrete dönüşen bir sorgulama biçimidir. Adeta bütün varlığımız, bedenimizin her hücresi kuşku duygusuna kapılmış gibi hissederiz.  


Seon geleneğinin ilk öğretilerinin sevdiğim başka bir özelliği de gündelik hayatın belirli ayrıntıları üzerinde durmalarıdır. Sanırım bu konganların bazılarını tanıdık bulacaksınız: 


“Bodhidharma neden batıdan geldi?”


Zhaozhou’nun yanıtı: “Avludaki selvi ağacı.”


“Buddha nedir?”

Dongshan: “Üç kilo keten tohumu.”


“Buddhaların ve Pirlerin söylediği her şeyin ötesine geçen öğreti nedir?”

Yunmen’in yanıtı: “Kek.”

Eğer bu yanıtların sorulan sorulara verilen yanıtlar olduğunu düşünürseniz, asıl fikri gözden kaçırmış olursunuz. Bunlar yanıt değil. Bunlar öğrencilerin dikkatini bu tür sorulardan tamamen koparıp, soruyu sordukları anda tam önlerinde bulunan, elle tutulur gözle görülür olan her ne varsa onlara yöneltmeyi amaçlayan şaşırtma taktikleridir. 


‘Avludaki selvi ağacı.’ – Bu kongandaki konuşmanın dışında bir selvi ağacı bulunan bir odada geçtiğini hayal ediyorum. Hindistan’dan Çin’e gelen Bodhidharma’yı harekete geçiren şeylerin ne olduğuyla ilgili kuşkusuz çok ilginç tartışmalar yaratabilecek spekülatif sorulara odaklandığımızda, giderek artan soyutlamaya yönelik adımlarla içinde bulunduğumuz somut durumdan o kadar uzaklaşıyoruz ki, avludaki selvi ağacını bile göremiyoruz. Metafizik, öğreti ve teorinin aleminde kayboluyoruz. Bütün bunlar çok ilginç olabilir ama ağacı gözden kaybediyoruz. 


Üç kilo keten tohumu meselesine gelecek olursak, keşişlerin o gün manastıra ait tarlalarda hasat ettikleri keten tohumlarını ayıkladıklarını hayal ediyorum. İçlerinden biri öğretmeni Donshan’a Buddha’yla ilgili bir soru soruyor. Ama öğretmeni birden keşişlerin dikkatini teorik bilgiden uzaklaştırıp o anda orada yapmakta oldukları işe yöneltiyor. Keten ayıklıyorlar.


Yunmen’in ise önünde bir sehpa bulunan bir sandalye ya da platformda oturduğunu hayal ediyorum. Bu manastırlarda genel olarak adet olduğu gibi sehpada bir fincan çay ve bir tabak kek - olasılıkla pirinç unundan yapılmış kekler bulunuyor olmalı. Ama Yunmen özel, ezoterik bir öğretiyle ilgili bir soruya odaklanmak yerine keşişin dikkatini bir parça pirinç kekin çekiyor. 


Sanırım çok sayıda örneği bulunan bu hikayelerin hepsi temel olarak aynı şeyi yapıyor. İnsan zihninin belirli bir alışkanlığına işaret ediyorlar. Öğrenci doğruluk, hayatın anlamı, felsefe ve dinle ilgili sorulara yöneldiğinde öğretmen açıkça ve ani bir şekilde spekülasyon yapma eğilimine engel olup o andaki duruma veya somut bir varlığa dikkat çekiyor. An içindeki somut varlıklar gerçekten mistik ve sorgulanmaya değer bir anlam taşıyor: bir parça kek, bir yığın keten tohumu, bir selvi ağacı.


Bunu erken dönem Budizmde, Pali dilinde yazılan metinlerde de görebiliyoruz. Burada da benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. Hindistan geleneğinde - nedenini bilmiyorum - bir parça kek, bir yığın keten tohumu ya da bir ağaç gibi dünyadaki belirli bir nesneye değinmekten kaçınma eğilimi görülür. Bunun yerine öznel bilincin çeşitli durumlarına vurgu yapılır. Buna karşın Buddha erken dönem metinlerinde,örneğin Satipatthana Sutta’da  meditasyondan söz ettiğinde keşişlere ve izdeşlerine zihnin doğası, boşluk deneyimi ya da tanrı gibi soyut ya da aşkın bir varlık üzerine meditasyon yapmalarını söylemiyordu. Bunun yerine bir ormana gidin, bir ağacın altına bağdaş kurarak oturun, nefes aldığınızda nefes aldığınızı fark edin, nefes verdiğinizde nefes verdiğinizi fark edin, diyordu. 


Hint dini ve felsefi düşüncesi çerçevesinde bu gerçekten son derece şaşkınlık uyandıracak bir önermedir - Brahman, Tanrı, atman ve gerçek benliği idrak etmeyi vurgulayan Hint dini ve felsefesini karakterize eden ana akım metafizik düşünce tarzına bütünüyle ters düşer. Böyle aşkın varlıkları deneyimlemek için kişiye kendisini fiziksel ve olgusal dünyadan bütünüyle soyutlaması talimatı verilir. Oysa bu öğretmen [Buddha] çıkıp ‘Hayır! Sadece bir ağacın altında oturun ve  nefes aldığınızda nefes aldığınızı fark edin, nefes verdiğinizde nefes verdiğinizi fark edin, der. Yine Seon geleneğinde olduğu gibi, bu bizi an içinde karşı karşıya olduğumuz şeylerle yüzleştiren bir şaşırtma taktiğidir. 


Satipatthana Sutta’da bu yöntem daha da detaylandırılarak meditasyon yapan kişinin dikkatini bedenin her bir parçasına yönlendirmesi istenir: saçlar, beyin, gözler, cilt, ten, salgılar, lenf, idrar, dışkı, vb. Bazan bu meditasyonun amacı rahip ve rahibeleri cinsellikten ve cinsel fantaziler kurmaktan uzaklaştırmak olarak açıklanır, ama bana göre bu açıklama asıl amacı gözden kaçırmaktadır. Bu meditasyon zihnimizi, fiziksel varoluşumuzun en temelinde ve indirgenemez biçimde tamamen seçimlerimizin ötesindeki koşullar bütününe bağlı olduğu gerçeğine geri getirir.  Bağırsaklarımız, dışkımız, tenimiz, terimiz, kanımız, dikkatimizi odakladığımız noktalardır. 


Ancak bu noktalardan hislere doğru ilerleriz, ama yalnız fiziksel dünyayla karşılaşmaktan kaynaklanan hislere. Daha sonra algılara, yani bu hislere verdiğimiz anlamlara odaklanırız. Sonra dürtülere ve bu böyle devam eder, ta ki Gotama’nın basitçe sabbe dhamma olarak adlandırdığı her şeye varıncaya kadar. Her şey dediğimizde kastettiğimiz de, daha önce de belirttiğimiz gibi gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz ve hissettiğimiz şeylerdir. Bir çok ‘spiritüel’ insan için dikkatimizi mistik gerçeklerden uzaklaştırıp bedenlerimizin şu anda, şimdi içinde bulunduğu kaba ve basit gerçekliğine yöneltmek so derece beklenmedik bir nitelik taşır: şu anda, şimdi dikkatimizi mistik gerçeklerden uzaklaştırıp bedenlerimizin içinde bulunduğu kaba ve basit gerçekliğine yöneltmek. 


Bu, en güzel biçimde Antik Romalı şair Lucretius’un “Eşyanın Doğası” adlı Epiküryen şiirinde anlatılmıştır. A. E. Stallings’in [İngilizce] çevirisiyle şiir şöyle:


Göğün saf mavisine ve göktekilere bak


Gezinen yıldızlara, aya, güneşin parlak ve yüce ışığına­


Eğer şimdi tüm bunlar insanlara gösterilseydi ilk defa 


Ansızın ve önceden uyarmadan. 


Ne gösterilebilirdi ki 


Var olduğuna bile inanılmayan 


Bu mucizelerden başka bir şey, daha harika 


Hiçbir şey. Hiçbir şey olağanüstü olamazdı bu kadar


Öylesine müthiş olurdu ki manzara.


Ancak şimdi ışıltılı göğe çok nadir başlarını kaldırıyor insanlar 


Gökyüzünü öylesine kanıksamışlar.


Lucretius’un düşünsel deneyi bize göre basmakalıp hale gelmiş gece gökyüzü örneğini kullansa da, şair bir selvi ağacı, bir yığın keten tohumu ya da pirinç unu kekinden de söz edebilirdi. Farketmezdi. Eğer bu şeyleri daha önce hiç görmemiş olsaydınız ve bunlar size birden gösterilseydi, gece gökyüzünü ilk defa görmekle aynı şaşırtıcı etkiyi yapardı. 


Seon geleneğinin yaptığı da budur, özellikle erken dönem geleneğinde, kendilerini henüz shin (mistik zihin), Evrensel Zihin vb. gibi fikirlere kaptırmamışken. Tam da şimdiki an içindeki ilkel deneyim üzerinde duruyorlardı. Her birimiz için geçerli olan deneyim. Biraz renksiz ve tatsız, durağan, belki biraz sıkıcı, son derece tanıdık. Ancak bu nokta başladığımız ve kanımca aynı zamanda bitirdiğimiz yerdir. Üstelik bu noktada sıradan görüp burun kıvırdığımız şeylerin aslında son derece sıra dışı olduğunu keşfederiz. Sadece şimdi burada olmaktan daha garip, gizemli ve daha aşkın bir şey düşünemiyorum. Sorun şu ki, sıradan yaşantıyı aşağılayarak karalayan, gerçekliğin soluk bir gölgesi gibi gören bir anlayışa takılıp kalıyoruz. 

Tabii bu anlayışın kökeni Platon’a kadar gider. Platon’un mağara meselinde insanlar kendilerini karanlık bir mağarada bulur; sadece duvarlara gölgeler düşüren küçük bir ateş yanmaktadır ve insanlar bu gölgelerin gerçeğin asıl doğası olduğunu düşünürler. ‘Ama hayır!’ der, zeki biri. ‘Bu mağaradan çıkabilirsiniz! Böylece parlak güneş ışığı ve renklerin olduğu tamamen başka bir aleme ulaşırsınız. Bu mağaranın duvarlarında gördüğünüz sadece kötü bir kopyadır.’ Bu çeşit bir idealizm, buradan başka bir yerde daha bir gerçek bir dünyanın varolduğu fikri, Batılı felsefe ve teoloji geleneğini karakterize etmiştir.


Platon’un mağara meseli, Gotama ve Seon’un üstesinden gelmeye çalıştığı alışkanlığı güçlendirir. Yaşadığımız dünyayı önemsizleştirmeye, küçümsemeye hizmet eder. Platon’un mağarasında değil, daha gerçek bir alemin kopyası olmayan bu dünyada yaşıyoruz. Ancak hem Hindistan’da hem Batı’da düşünce geleneklerimiz dünyayı aksi biçimde resmetmiştir. 


Eğer sadece sıradan şeylere dikkat etmeyi öğrenebilseydik: nefesimiz, adımlarımız, çevremizdeki ağaçlar, ağaçlarda tünemiş ekin kargalarının sesleri. Eğer bu sıradan dünyaya farklı bir biçimde, bir içsel konuşmanın ve alışkanlığın perdesi arkasında sürekli etrafta neler olup bittiğini anlamaya çalışan bir zihinle değil, daha sakince ve daha berrak bir zihinle katılmayı başarabilseydik, eğer iç konuşmamızı susturabilseydik. Aynı zamanda eğer kalbimizi ve aklımızı sadece gördüğümüz, kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz şeylere ve nasıl hissettiğimize açık tutabilseydik, bu farkındalık uygulaması [Pali: Sati, Satipatthana Sutta’da anlatılan çalışma] olurdu. 


Seon uygulaması farkındalığa merak duygusunu ekliyor. Bu kavrama aslında erken dönem Budist gelenekte pek rastlamıyoruz. Bu dönemde aydınlanmanın öğelerinden biri olan ve ‘varlıkları analiz etmek’ anlamına gelen dhamma vicaya fikrine rastlanıyor, ancak bu daha düşünsel ve entelektüel bir şeye işaret ediyor. Seon’daki merak ya da şaşkınlığın varlıkları bu biçimde incelemekle fazla bir ilgisi yok. Kesinlikle değerli bir çaba olsa da varoluşun üç belirteci olan geçicilik, acı ve benliksizliğin incelenmesiyle ilgili bu gelenekte çok az şey duyarsınız, ancak daha çok doğuştan gelen şaşkınlık ve afallama, her şeyin ne kadar garip olduğu duygularını değerli kılma ve geliştirme çabasına rastlarsınız.


Kore dilinde buna uisim denir, bu genellikle ‘kuşku’ olarak çevrilir ama tam karşılığı değildir.  Bu kelime aslında kafa karışıklığı ya da şaşkınlık anlamına daha yakındır, hatta şaşkınlıktan alt üst olmak ya da zihin karmaşası bile karşılık gösterilebilir. Aynı zamanda Kusan Sunim’in sürekli tekrarladığı iyi bilinen bir deyiş de vardır:


Büyük şaşkınlık, büyük aydınlanma.

Küçük şaşkınlık, küçük aydınlanma.

Şaşkınlık yoksa aydınlanma da yok.


Başka bir deyişle, çalışmalarınızın ve uygulamalarınızın yankılandığı perde belirli bir şaşkınlık ya da kuşku perdesine denk geliyorsa, derin anlayış ve aydınlanmanız da aynı perdede yankılanacaktır. 


Eğer uygulama ve çalışmalarınıza belirgin bir entelektüel merakla başlamışsanız, sonuç olarak ortaya çıkabilecek her türlü anlayış aynı şekilde entelektüel karakterde olacaktır. Ama diyelim ki derin bir varoluşsal şaşkınlık ve karmaşayla çalışmalarınıza başlıyorsunuz, doğmuş olmak, hastalanmak, yaşlanmak ve ölmenin anlamına ilişkin acilen çözülmesi gereken bir zihin karışıklığı ve şaşkınlıkla çalışmaya başladınız. Eğer çalışma ve uygulamalarınızın yankılandığı perde buysa, o zaman aynı derecede güçlü bir etkisi olacak derin bir görüş ya da anlayışın ortaya çıkma olasılığına, belki de bu karmaşanın bir katharsis yoluyla çözülmesine izin veriyorsunuz demektir. Bu tür bir derin anlayışın bir doktrin biçiminde ya da dikkatle oluşturulmuş bir teoriyle ifade edilmesi beklenemez. Daha çok, fiziksel bir jest, bir dize, kendiliğinden bir fırça darbesi olarak ortaya çıkabilir. Bazan Seon metinlerinde keşişin anlayışın bir bağırış, bir haykırmayla ortaya koyduğunu görürüz: ‘HAK!’ Kore dilinde bu şekilde yazılsa da dilimize ‘Haa!’ ‘Vay be!’ gibi çevrilebilir. Burada sorun bu tür ifadelerin çok çabuk, popülerleşmiş ‘zen’ öykülerinde olduğu gibi, aslında sergilemeyi amaçladıkları kendiliğindenlik özelliğinden uzaklaşıp basmakalıp ve öngörülebilir hale gelmesidir. Belirli bir söyleyiş ve davranış tarzını maymun gibi taklit etmenin bir anlamı yoktur. 


Kanımca böyle bir derinden anlayışın en ilginç ve kalıcı ifadeleri Çin, Kore ve Japonya’nın görsel sanatlarında bulunur. Bunlardan özellikle onsekizinci yüzyıl Japon ressamı Sengai’nin eserlerini severim. Çalışmaları bir kurbağa, bir kedi, yaprağın üstünde bir salyangoz, yalnız ve yoksul bir ihtiyar, gülen bir keşiş ya da basit bir kare, bir üçgen ve bir çemberin mürekkeple ve çok hızlı fırça darbeleriyle yapılmış çizimlerden oluşur. Son derece sıradan şeyler. Ama Sengai’nin ve diğer Seon sanatçılarının ortaya çıkardıkları büyük sanat eserleridir. Sadece kurbağaları, süpürgeleri ve hurmaları resimlemiş olabilirler ama bunu öyle bir biçimde yapmışlardır ki bunları sanki ilk defa görüyormuş gibi olursunuz. Basitlik, tutumluluk ve kendiliğindenlikle sadece bu nesneleri resmetmekle kalmaz, içinde bulundukları özgün durumları da yansıtır. Bu yankısını en derinden hissettiğimiz acı ve keskin bir estetiktir. Bizi alt üst eder. Bu resimlerde bizimle derin, içgüdüsel bir düzeyden iletişim kuran ve dikkatimizi çeken bir şeyler vardır. Aynı zamanda zihni de durma noktasına getirirler. Bu tabii farklı geleneklerden bütün büyük sanat eserleri için geçerlidir.Chan, Zen ve Seon geleneklerinden çıkan bütün sanatlar, belirli bir mutlak gerçekliğin kavranmasıyla ulaşılan derin bir anlayışı değil, gündelik hayatımızda bulunan sıradan nesnelerle geliştirilen yeni bir tarz ilişkiyi yansıtır. 


Umuyorum ki bu örneklerden bazıları üzerinde durarak çalışmalarımızı yürütür ve bunlardan bir şeyler öğreniriz. Böylece öğlen yemeğinde pirinç ve sebze yerken ya da bir fincan çay içtikten sonra fincanımızı yıkarken veya bahçede ve mutfakta çalışırken, gündelik yaşamın bu sıradan etkinliklerini Seon uygulamasıyla birleştirebiliriz. Bu etkinlikler bize gündelik yaşamda sıradan nesnelerle, burada geliştirmek için çabaladığımız türde bir dikkatle ilgilenmek, onlara bambaşka bir bakışla gözlemlemek için somut bir fırsat verir.


Kendimizi, nefesimizi, bedenimizdeki hisleri, dizlerimizdeki ağrıyı, rüzgarın ya da yağmurun yüzümüzde yarattığı hissi, deneyimlemek, tüm bunlar sormanızı önerdiğim soruyla son derece ilgilidir: ‘Bu nedir?’ Ama lütfen hatırlayın, ‘bu’ derken kastedilen size çok yakın olduğu için görmezden geldiklerinizdir.  





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dört Farkındalık Temeli Meditasyonu ve Düşünme Etkinliği

Meditasyon kelimesinin kökenini araştırdığımızda Eski Yunanca medomai, Latince meditatio kelimeleriyle karşılaşıyoruz.   Bu kelimenin kökü “med”, ölçüp değerlendirme, öğüt verme ya da iyileştirme anlamlarını taşıdığı kadar, düşünme, söylem üretme, bir konu üzerinde derinlemesine çalışma gibi anlamlara da geliyor. Aslında zaman içinde çok farklı karşılıklar atanmış bir kelime. Öyle ki bazan Eski Yunanca ve Latince’deki anlamının tamamen zıddına dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü günümüzde meditasyon kelimesi, yaygın olarak   “zihni düşüncelerden arındırmak, boşaltma” ya da “düşünceleri durdurma” çabası anlamında da kullanılıyor. Sözü fazla uzatmadan söylemek gerekir, zihni tüm düşüncelerden arındırmak, boşaltmak imkansız olduğu gibi, geleneksel dört farkındalık (sati) temeli meditasyonunda   amaçlanan da, böyle bir “arındırma” ya da “durdurma” değil. Meditasyon, bütün düşünceleri durdurmak olarak   tanımlandığında,   zihinsel çalışmanın çok önem verilen bir...

Farkındalığın Tanımı - Thanissaro Bhikkhu

Nefes farkındalığı ne anlama gelir? Çok basit bir şey: nefesi akılda tutmak. Her nefes aldığınızda ve verdiğinizde nefesi hatırlamak. “Farkındalık” (mindfulness) terimini Pali dilindeki sati kelimesini çevirmek için oluşturan İngiliz akademisyen, büyük olasılıkla “başkalarının ihtiyaçlarını sürekli akılda tutmaktan” (be ever mindful of)   sözeden Anglikan duasından esinlenmişti. Ancak “farkındalık” sözü, Hristiyanlığa ilişkin bir kökenden geliyor olsa da, Buda da dört farkındalık temelini ( satipatthana) içeren meditasyon uygulamasında satiyi, akılda tutma yetisi olarak tanımlamıştı. “Farkındalık yetisi nedir? Bir bhikku ya da öğrenci, farkında olduğu zaman son derece dikkatlidir ve   çok uzun zaman önce yapılmış ve söylenmiş [öğretiyle ilgili] konuları aklına getirip hatırlayabilir. (Bu noktada dört farkındalık uygulaması formülü anlatılıyor:) Bedene, sadece bedenin kendisi içinde ve bedenle ilgili olarak, dış dünyayla ilgili hırs ve kaygıları bir kenara bırakıp, is...