Zihni
sakinleştirme ve dikkat yoğunlaşmasını arttırma amacıyla sadece nefesimizi,
bedensel, duygusal ve zihinsel anlık değişimlerimizi izleyerek yapılan sakin
duruş (samata) meditasyonu, dharma meditasyonlarının hazırlık aşamasını
oluşturur. Eğer okuma veya dinleme, akıl yürütme ve tartışma gibi zihinsel
çalışmaları rahatlıkla yürütebiliyorsanız, dikkat ve yoğunlaşma eksikliği gibi
zihinsel sorunlarınız bu tür çalışmalarınıza engel olacak düzeyde değilse, dharma
meditasyonları için gereken samata yani zihin sakinliğini elde etmiş
sayılabilirsiniz.
Dharma, birden
çok anlamı olan bir kelime. Kısaca olgular veya gerçeklik üzerine teoriler olarak
tanımlanabilir.
Hepimiz,
bilinçli ya da bilinçsizce, yaşayışımızı tartışmasız gerçek olarak kabul
ettiğimiz bazı teoriler ya da dünya görüşleri üzerine kurarız. Üzerinde özel
olarak araştırma ve inceleme yapmadığımız zaman, çevremizde geçerli olan,
çoğunluğun benimsediği dünya görüşünü farkında olmadan benimseriz. Çevremizde
geçerli dünya görüşlerinin bilincine varamadığımızda, doğumdan ölüme, bütün
yaşayış biçimimizi bu görüşlere göre düzenleriz ve bunu yaparken, kendimizi
doğal bir etkinlikte bulunuyormuşuz gibi hissederiz.
Dünya görüşlerimiz,
gerçekliği algılamamızı etkiler. Buna karşın gerçeği “saf bir şekilde”, hiç bir
etki altında kalmadan algıladığımızı sanabiliriz.
Kendimizi ve
diğer varlıkları birbiriyle bağıntılı, değişken süreçler olarak görmek yerine, birbirinden
tamamen yalıtılmış, değişmez, katı varlıklar olarak kabul etmek, her şeyi
“ben/bana ait” ve “başkaları/başkalarına ait” ikiliği içinde ele almak, alıştığımız
bir dünya görüşüne örnek olabilir. Bu görüşü incelemek, geçerli olup
olmadığını sorgulamak istemeyiz, çünkü bu görüş biçiminin önemli kişisel ve
toplumsal sorunların kaynağı olduğuna tanık olsak bile, dünyayı böyle görmeye
alıştığımız ve bu görüşü büyük bir çoğunlukla paylaştığımız için, değiştirmeyi
çok zor buluruz.
Ben ve bana
ait dediğimiz varlıkların kaç görünümü var ve özellikleri neler? Benliğin gerçekten
değişmez, her şeyden ayrı ve bağımsız bir yanı var mı?
Varlığımızın en
somut görünümü, beden, sürekli değişen ve yenilenen bir süreçler bütünü olarak
görülebilir. İnsan bedeni varlığını korumak için tüm canlı organizmaların gerek
duyduğu şeyleri dışarıdan sağlamak zorunda olduğu için, başka varlıklara
bağımlı kalır. Bedenimizin kalıcı, değişmez bir yönü olduğuna inanmak ya da
bazı uygulamalarla bedenimizi kalıcı kılabileceğimizi ve böylece “ölümsüzlüğe”
ulaşabileceğimizi düşünmek, çok eski uygarlıklardan bu yana varolan bir düşünce
tarzına işaret eder. Aslında yaşadığımız sürece, yaşlanma ve diğer etkenlerin bedenimizde
yol açtığı değişiklikleri ve bedenimizdeki moleküllerin yedi yılda bir tamamen değiştiğine
ilişkin bilimsel bulguları düşünecek olursak, bedenin özsel anlamda sürekliliğinden
sözetmenin anlamı kalmaz.
Bedenimizden ayrı ve bağımsız olmayan
ve dışarıdan gözlenebilen, kesin hatlarla belirli bir biçimi bulunmayan
süreçler, benliğin diğer yönünü oluşturur. Algılar, olumlu, olumsuz ve kayıtsız
tepkiler, bilinci şartlandıran, düşünce düzeyinde ele alınmamış alışkanlıklar, bilinçli
zihinsel süreçler... Bu süreçler hakkında farklı anlayışlar geliştirilebilir,
farklı sınıflandırmalar yapılabilir, birbiriyle nasıl etkileşim içinde
oldukları incelenebilir. Bütün bu süreçlerde belirli bir süreklilik varsa, bu
bir akarsuyun hareketine ya da yanmaya devam eden ateşe benzetilebilir. Ancak bunlardan
birinin veya bir kaçının değişmez, her şeyden bağımsız ve kalıcı varlığa sahip
olduğu görüşünü kabul ettiğimiz ve kendimizi bunlarla özdeşleştirdiğimizde,
“ben” ve “bana ait olan” kavrayışı ortaya çıkar.
Ben dediğimiz, kendimizin ve
başkalarının zihninde kurgulanmış hikayelerden oluşan kırılgan varlığı ayakta tutmayı
amaç haline getirdiğimizde, onunla ilgili değişmemesi gerektiğine inandığımız
her şeye sarılırız. Anılarımızın, alışkanlıklarımızın, sahip olduğumuzu
düşündüğümüz özelliklerimizin, çevremizde bulunan varlıkların hep aynı
kalmamasından belirsizce ya da daha şiddetli bir huzursuzluk duyarız. Ne zaman
belleğimizdeki anılara başvursak, bu belleğin içeriğini bir ölçüde
değiştirdiğimizi, belleğimizi yeniden yazdığımızı gösteren araştırmalar,
aslında benliğin kırılganlığını gösteriyor.
Bir varlığı ya da olguyu karşımıza
koyup, ona sadece benliğimizi belirli bir hikaye çerçevesinde varetmesi için
bir araç, bir nesne gibi yaklaştığımızda, sorunlara davetiye çıkarmış oluruz.
Zaman içinde koşullardaki değişimler, hikayeye uymaz, araç ve nesne olarak
gördüğümüz varlıklar isteklerimizi karşılamaz, ancak bu noktada, yeni hikayeler
kurgulayıp yanılgılarımızı beslemeye devam etmeyi seçebileceğimiz gibi, bu
bakış açısından vazgeçmeyi de seçebiliriz.
Kendimizden ayrı ve bağımsız
gördüğümüz varlıkların da benliğimiz gibi değişken süreçlerden oluştuğunu ve bu
süreçlerin doğal ve sosyal ekosistemler içinde, etkileşim halinde olduğunu
anlayabilirsek, başka varlıkları nesneleştirmekten, araçlaştırmaktan
uzaklaşabiliriz. Kendimizi diğer varlıklarla çatışma içinde kurgulamak zorunda
kalmayız. Doğayla ve insanlarla çatışma anlayışı, yerini etkileşim, açıklık
oluşturma ve bağıntılı varoluş anlayışına bırakır. Böyle bir anlayış dar benlik
sınırlarını aşmamızı ve özgürleşmemizi sağlar.
Yorumlar
Yorum Gönder