Varlıkları, olayları bugüne kadar
alıştığımızdan farklı bir gözle değerlendirmeyi deneyebiliriz. “Ben kimim?” “X
nedir?” “Geçmişte neden böyle oldu?” “Yarın ne olacak?” gibi sorulara yeterli
cevaplar bulamadığımızı düşünüyorsak, belki de bir yandan araştırdığımız varlıkların
sadece kendisine odaklanırken, onların tekil ve birbiriyle bağlantısız
oldukları fikrini taşıyoruz. Tabii bu tür soruları sorarken en çok ilgi
duyduklarımız, ben ve benim dediğimiz varlıklar. Eğer tatmin edici cevaplar bulmak istiyorsak,
belki soruyu sorma tarzımızı değiştirebiliriz. Kimlik ya da nelik soruları, dışarıda
bir yerde, cisimleşmiş, katılaşmış, şeyleşmiş bir varlığa işaret ediyor. Varlık
ve olayları şeyleştirmeden anlamak için, dikkatimizi onların arasındaki
ilişkiler ağına, bu ilişkilerin yarattığı şemalara çevirebiliriz. Bağıntılı
varoluş olarak adlandırdığımız bu ilişki şemalarını anladığımızda, yanılgılara,
sorunlara neden olan düşünce biçimlerinden kurtulma şansını elde ederiz.
Bağıntılı varoluş anlayışı, “Nesneler
dünyasında birbirinden bağımsız varlıklar nasıl hareket eder ve dünyayı
etkiler? sorusunun yerine, “Bu görünen varlık hangi koşullarda, nasıl bir
ilişki örgüsü içinde ortaya çıkıyor? Bu koşulların gözlenmesiyle aralarında bir
ilişki şeması kurulabiliyor mu?” sorularını koyar.
Bu, dikkatimizi sahnede görünen kişisel
dramadan öteye, sahne gerisindeki çalışmalara yöneltmeye benzer. Bu tür bir
anlayış, günümüzde gelişen sistemler teorisi, sibernetik, ekoloji, psikolojide
aile terapisi gibi yeni bilimsel yaklaşımları ve araştırma alanlarını akla
getirir. Ancak yalnızca bilimsel araştırmalara özgü, akademik bir anlayış gibi değil,
kişisel, anlık yaşantımızla, bağlantı kurduğumuz, duyabildiğimiz ve
hissedebildiğimiz her şeyle doğrudan ilgili olduğu düşünülmeli. Zaten bu
şekilde anlamaya çalışmazsak, bağıntılı varoluşu “kendimizle,” yaşayışımızla
ilgi kuramadığımız, yabancı ve anlamak için çaba göstermeye değmeyen bir kavram
sanabiliriz.
Bağıntılı varoluşu anlamak için interneti
örnek verebiliriz. Şu anda, bu yazıyı okurken, oturduğunuz odadan daha geniş ve
derin bir evrene açılıyorsunuz. İnternet, basit bir cisim ya da belirli bir şey/şeyler
yığını değil. Bir çok koşula ve nedene bağlı olarak varlığını sürdürüyor. Ama
siz onunla fiziksel ve zihinsel bağlantı kuruyor ve onun bir parçası
oluyorsunuz. Bağlantı kurduğunuz bu ağ, milyonlarca zihnin bir araya
gelmesiyle, kendi kendine çalışan bir döngü oluşturuyor. Dil aracılığıyla bu
ağla iletişime geçiyor, sizi etkilemesine izin verirken, gönderidiğiniz
mesajlarla siz de bu ağın parçası olan zihinleri etkileme şansına sahip
oluyorsunuz. Bu zihinleri tek taraflı olarak etkileyemiyorsunuz, onlar da sizi
tek taraflı etkileyemiyor.
Evrende hiç bir olgu ya da süreç,
diğerleriyle ilişkisiz bir biçimde ortaya çıkmaz ve diğerleriyle etkileşmeden görünürden
kaybolmaz. Olgular/süreçler arasındaki ilişkiler ya da bağlantılar tek yönlü bir
neden-sonuç ilişkisi şeklinde çizgisel değil, karşılıklı etkileşime dayanan döngüsel
şemalar oluşturur. Yani A, B’ye neden olduğunda, B de A’yı etkiler. Doğada,
evrimle ilgili gelişmelerde bunun örneklerini görebiliriz: Bir hayvan türünün
avı olan diğer hayvan türü, yakalanmamak için daha hızlı koşmaya yönelik
evrimleşir. Bu olayın sonucunda avcı tür de daha hızlı koşmak üzere evrim
geçirir. Temelde avını daha hızlı ve kolay elde etmek ya da avlanmaktan kaçmak
gibi iki çelişkili isteğe dayanan bu etkileşim sonu gelmeyen bir döngü oluşturur.
İnsanlar arasında da yine ilişkiye girenlerin çelişkili ya da aynı yöndeki
istekleri, bunlara göre davranışları, karşılıklı olarak birbirini belirler.
Örneğin çatışma ilişkisi içindeki tarafların kendilerini haklı görüp birbirini
suçlaması ve şiddete yönelmesi, aynı türde davranışların tekrarına yol açıp çatışmayı
bir döngü olarak sürdürür. Kimin daha haklı ya da daha doğru olduğunu belirleme
isteğinden karşılıklı olarak vazgeçilip, ilişkiyi barışçıl hale getirmek amaç edinilirse,
çatışma sona erer.
Bir ilişkiler ağının parçası olan her
tekil olgu ya da süreç, kendi kendine işleyen döngülerin parçası haline gelebilir.
Bu döngüler parçalarından gelen etkilerle kendi kendini düzenler ve değiştirir.
Döngünün değişmesi, döngüyü oluşturan parçaları da etkiler ve değiştirir. Evrende
varolan iç içe geçmiş sayısız döngü, Buddha Dharma metinlerinde samsara olarak
adlandırılır.
İnsanın temel yanılgısı, dar benlik
bilinciyle oluşturduğu belli amaçlar için, döngüleri tek taraflı olarak
etkileyebileceği, başka varlıkları amaçlarına ulaşmak için birer araç, eşya,
hammadde gibi kullanabileceği, sınırlı benliğininse bu eylemlerinden etkilenmeden
kalabileceği anlayışından kaynaklanır. Tek taraflı, çizgisel bir neden-sonuç
ilişkisine inanan insan, çevresindeki her şeyi bu anlayışla düzenlemeye çalışır
ve beklemediği sonuçlarla karşılaşır. Çünkü bütünsel döngülerin içinde
yeraldığını gözardı eder, “kendisini” bedenini kaplayan derinin içine hapseden,
sınırlayan dar bir bakış açısıyla görür. Böylece kendisini zaman ve mekanla
sınırlı dar bir varoluşla kısıtlar, bu kadar sınırlı bir varoluşu hangi
eylemlerle ve edimlerle doldurursa doldursun, eksiklik ve yetersizliğe mahkum
olur. Sınırlı benlik algısıyla insan, ya sonsuza kadar değişmeden varolacağına
ya da ölümlü bedeniyle birlikte toza dönüşeceğine ilişkin iki uç inançtan
birine yönelmek zorunda kalır. Varlığına ilişkin daha geniş bir bilme-anlama, daha
büyük döngülerin parçası olduğunun bilincine varma olanağını elinin tersiyle iter,
alışkanlıklarının kölesi olmaktan kurtulamaz.
Bağıntılı varoluşun bilincine
vardığımızda, kendimizi çevremizden ayıran ikilik anlayışından ve bunun yıkıcı
sonuçlarından kurtulabiliriz. Varlığımızı sınırlamadan, daha geniş
algılayabiliriz. Bu anlayış, çevremizle daha bütüncül ve sorumluluk taşıyan bir
ilişkiye yönelmemizi sağlar. Bütüncül ilişkiler ve sorumluluk duygusu, dışarıdan dayatılan “doğru ve erdemli”
olan davranışı kabul etmekten değil, daha geniş bir bilince sahip olmaktan
kaynaklandığı için kendiliğinden ortaya çıkar.
Yorumlar
Yorum Gönder