Ana içeriğe atla

Uchiyama Gudō


Uchiyama Gudō (17 Mayıs 1874–24 Haziran 1911) Soto Zen rahibi ve özgürlükçü-anarşist görüşlere sahip bir aktivisttir. 1911’de Japonya’da faşist imparatorluk yönetimine karşı çıkanların yargılandığı “Büyük İhanet” (Taigyaku Jiken) davasında idama mahkum edilmiştir. Meiji yönetiminin yayılmacı, baskıcı ve savaşçı poltikasına karşı sesini yükselten bodhisattvalardan biridir. (Bodhisattva: Bağıntılı varoluş anlayışıyla, duyarlı varlıklarla dayanışmayı aydınlanma yolunun bir parçası olarak gören kişi)
Gudō, toprak reformu yapılmasını ve Meiji imparatorluk sisteminin ortadan kaldırılmasını savunuyor, zorla askere alınanları vicdani redçi olmaya ve herkesi demokratik haklar için mücadele etmeye çağırıyordu. Toplumsal adaletsizliklerin “karma” sonucunda ortaya çıktığını öne süren ve başrahiplik makamını açık arttırmayla satışa sunan bazı zen rahiplerini eleştiriyordu.
Uchiyama Gudō, babasının mesleği olan ahşap heykel yontuculuğuyla uğraşıyordu. 23 yaşında zen eğitimini tamamlayıp 1897’de Soto Zen rahibi oldu ve 1904’te Hakone Dağları bölgesindeki Rinsenji Zen Merkezinin yöneticiliğine atandı. Her sonbaharda, merkeze ait meyve bahçelerindeki hasadın ürününü bölgedeki yoksul ailelere dağıtıyordu. 

Rinsenji’nin yönetimine atandığında, bağlı olduğu Soto okulunun Çin’deki kolu olan Caodong (Ts’ao-tung) topluluklarının gönüllülüğe dayalı paylaşımcı yaşama tarzının, toplumsal olarak yaygınlaştırılması gerektiğini savunmaya başlamıştı. Ancak böyle bir yaşam tarzının devlet ya da herhangi bir otorite eliyle tepeden inme dayatılmasına karşı olduğu için, kendisini özgürlükçü-toplumcu olarak tanımlıyordu. Heimin Shimbun adlı gazetede yazdığı ve önemli Budist metinler olan Nilüfer Sutrası ve Elmas Sutrasından alıntılara yer verdiği yazılarında, şunları söylüyordu: 

“Buddhadharmayı öğreten biri olarak, ‘bütün duyarlı varlıkların buddha (aydınlanma) doğasına sahip olduğunu’ ve ‘Dharma açısından herkesin ne daha aşağı ne de daha üstün, ancak eşit olduğunu’ savunuyorum. Ayrıca ‘tüm duyarlı varlıklar benim çocuklarımdır.’ Bu değerli sözleri temel alarak, bunların toplumcu ilkelerle uyumlu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden toplumcu görüşleri benimsedim.” 

1908’de, yönetimin baskısıyla Japonya’daki özgürlükçü ve savaş karşıtı hareketler yeraltına indiği zaman, Gudo Tokyo’ya gidip, muhalif gazeteci Kōtoku Shūsui’yi ziyaret etti ve Rinsenji’de gizli bir matbaa kurmak için gereken araç gereci aldı. Gudō matbaada bazı özgürlükçü partilerin broşürleriyle birlikte, kendi çalışmalarını da bastı. 

Gudō, yaptığı yayınların halk arasında yaygın ilgi görmesi sonucunda Mayıs 1909’da tutuklandı ve basın yayın yasalarını ihlal etmekle suçlandı.  Rinsenji’ye baskın yapan polisler, patlayıcı yapımında kullanılan maddeler bulunduğunu iddia etti. Asıl amaçları, muhalif bir sesi susturmak ve halka gözdağı vermek için, Gudō’nun sahte delillerle itibarsızlaştırılıp, imparatora suikast davasında yargılanmasını sağlamaktı. 20. yüzyıl boyunca olduğu gibi, günümüzde de, komplo teorilerine dayanan benzer hilelerin, dünyanın farklı yerlerindeki antidemokratik yönetimlerce muhalefeti susturmak için rutin olarak kullanıldığını görebiliriz. İlginç olan, tarihle ve politikayla ilgilenmeyen belirli bir halk çoğunluğunun her seferinde bu hileli yargılamalara inanmış görünüp, yönetime rıza göstermesidir.
Gudō’nun davası, el çabukluğuyla “Büyük İhanet” davasıyla birleştirildi ve 1911’de imparatora suikast düzenlemekle suçlanan 11 kişiyle birlikte yargılanarak idam edildi.

Gudō'nun mahkum edilmesinden önce, Temmuz 1909’da Sōtō Zen okulunun devletçe atanan resmi görevlileri, Gudō hakkında önce Rinsenji’nin yönetiminden el çektirme ve 1910’da rahiplikten uzaklaştırma kararı verdiler. Böylece imparatorluk güdümündeki itibarsızlaştırma planına uymuş oldular.
Japon Soto Zen Okulu yöneticileri, ancak 1990’larda geçmişle yüzleşebildi ve savaş destekçiliği için zamanın yönetimiyle yaptıkları işbirliğinin utanç verici sonuçlarından dolayı resmi olarak özür dilediler. 1993’te Gudō'nun rahiplik statüsünü iade ettiler ve “günümüzün insan haklarına saygı ilkeleri çerçevesinde gözden geçirildiğinde, Gudō’nun yazılarının zamanının ötesinde olduğunu kabul etmek gerektiğini” ve “yaşadığı dönemdeki Soto okulunun, buddhadharma ilkelerinden çok, imparatorluk sisteminin güdümünde olduğunu” belirten resmi bir açıklama yaptılar. Gerçekten de Robert H. Sharf’ın 1993’te yazdığı “The Zen of Japanese Nationalism” (Japon Milliyetçiliğinin Zeni) adlı yazısında ayrıntılarıyla anlatıldığı gibi, o dönemde yapay bir şekilde oluşturulan ve hem zen hem de shinto ve konfüçyanizm anlayışlarının çarpıtılarak birbiriyle karıştırılması sonucu imparatora tapınma kültüne dönüştürülen bir devlet dini olarak “imparatorluk zeni,” “buddha zeninin” karşısına konmuştu. Aslında sadece Soto Okulundan değil, Kōsen Sōon gibi Rinzai Okulundan bazı zen rahipleri de bu amaç için Doktrin ve Propaganda Bakanlığında çalışmıştı. Milliyetçi imparatorluk yönetimi, önceleri zeni “dış kaynaklı, yabancı bir unsur” olarak yasaklanmaya çalışmış, sonra da içini boşaltıp propaganda amaçlı kullanmaya karar vermişti.  Gudo bu imparator kültüne aşağıdaki satırlarıyla karşı çıkıyordu:

"İmparator, ilkokul öğretmenlerimizin anlattığı gibi tanrıların oğlu falan değildir. Şimdiki imparatorun ataları, Kyushu bölgesinde insanları öldürüp haraca kesen klanlardan biriydi. Daha sonra kendileri gibi başka hırsız ve katilleri altedip iktidara geldiler. İmparator kutsal gibi görünebilir, ancak imparatorlar asırlardır düşmanlarının tehdidi altında ve vasallarının kuklası gibi yaşamıştır.  Üniversitedeki profesörler bile, zaafları yüzünden bu konuda doğruları söyleyemiyor ve tüm bu kutsallık hikayesinin yalandan başka bir şey olmadığını bile bile kendilerini ve başkalarını kandırmaya devam ediyorlar."

Herkesin bir yanılsama içinde olduğu bir dönemde, zen bilgeliğininden ayrılmayıp, “İmparator çıplak” diye bağırmaya cesaret eden Gudo’nun haksız yere idam edilmesi, Japonya’da 2. Dünya Savaşı’nın sonunda Hiroşima ile Nagazaki’nin bombalanmasıyla sonuçlanan adaletsiz ve şiddetle dolu bir dönemin başlangıcına denk düşer. Gudo, böyle dönemlerde bodhisattva idealinin nasıl yaşanabileceğine ilişkin bir örnek sergilemiştir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dört Farkındalık Temeli Meditasyonu ve Düşünme Etkinliği

Meditasyon kelimesinin kökenini araştırdığımızda Eski Yunanca medomai, Latince meditatio kelimeleriyle karşılaşıyoruz.   Bu kelimenin kökü “med”, ölçüp değerlendirme, öğüt verme ya da iyileştirme anlamlarını taşıdığı kadar, düşünme, söylem üretme, bir konu üzerinde derinlemesine çalışma gibi anlamlara da geliyor. Aslında zaman içinde çok farklı karşılıklar atanmış bir kelime. Öyle ki bazan Eski Yunanca ve Latince’deki anlamının tamamen zıddına dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü günümüzde meditasyon kelimesi, yaygın olarak   “zihni düşüncelerden arındırmak, boşaltmak” ya da “düşünceleri durdurma” çabası anlamında da kullanılıyor. Sözü fazla uzatmadan söylemek gerekir, zihni tüm düşüncelerden arındırmak, boşaltmak imkansız olduğu gibi, geleneksel dört farkındalık (sati) temeli meditasyonunda   amaçlanan da, böyle bir “arındırma” ya da “durdurma” değil. Meditasyon, bütün düşünceleri durdurmak olarak tanımlandığında,   zihinsel çalışmanın çok önem verilen bir pratik...

Farkındalığın Tanımı - Thanissaro Bhikkhu

Nefes farkındalığı ne anlama gelir? Çok basit bir şey: nefesi akılda tutmak. Her nefes aldığınızda ve verdiğinizde nefesi hatırlamak. “Farkındalık” (mindfulness) terimini Pali dilindeki sati kelimesini çevirmek için oluşturan İngiliz akademisyen, büyük olasılıkla “başkalarının ihtiyaçlarını sürekli akılda tutmaktan” (be ever mindful of)   sözeden Anglikan duasından esinlenmişti. Ancak “farkındalık” sözü, Hristiyanlığa ilişkin bir kökenden geliyor olsa da, Buda da dört farkındalık temelini ( satipatthana) içeren meditasyon uygulamasında satiyi, akılda tutma yetisi olarak tanımlamıştı. “Farkındalık yetisi nedir? Bir bhikku ya da öğrenci, farkında olduğu zaman son derece dikkatlidir ve   çok uzun zaman önce yapılmış ve söylenmiş [öğretiyle ilgili] konuları aklına getirip hatırlayabilir. (Bu noktada dört farkındalık uygulaması formülü anlatılıyor:) Bedene, sadece bedenin kendisi içinde ve bedenle ilgili olarak, dış dünyayla ilgili hırs ve kaygıları bir kenara bırakıp, istekli...

Üç Zehir: Kapalı Dünya Görüşü, Hırs Ve Öfke

Kişisel ve toplumsal düzeyde örneklerine en sık rastladığımız, zihinlerimizin dengesini bozan, acı çekmemize yol açan üç zehirden sözedebiliriz. Bunlardan en temel olanı kapalı dünya görüşü. Çevresindeki tüm olaylara, olası en dar çerçeveden yaklaşan, kendini büyük bir sistemler zincirinin parçası olarak değil, çevresiyle çatışan, çıkarlarını elde etme çabasında tekil bir varlık olarak gören dünya görüşü, giderek insanı yalnızlaştırır. Çevresine karşın hayatta kalmaya çalıştığını düşünen biri, zaman içinde savunduğu bütün değerleri kaybeder ve geçmişte dayanışma içinde olduğu kişilere bile saldırabilir. Tek amacı başkalarını ezip ayakta kalmak olduğu için, birileriyle dayanışma içinde göründüğü zaman bile, “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışıyla kirli bir çıkar oyunu oynar. Yalan, örtbas etme, saptırma, yanıltma taktiklerine başvurur ve en başta yanılgı içinde olanın kendisi olduğunu farkedemez duruma gelir. Kapalı dünya görüşünün toplumsal düzeydeki yansımasını ...