Buddhadharma geleneğinde bütüncül
farkındalık, her zaman bir sacayağının parçası olarak, açık görüş ve bütüncül
eylemle birlikte ele alınır. Bu üçü, insan hayatında kaçınılmaz olan acıya
karşın, acı çekmenin seçime bağlı olduğunu anlayanlar için, acı çekmekten
kurtulmaya yönelik bir seçenek olarak önerilen sekiz katlı yolun özetini
oluşturur: Sila, yani bütüncül
eylem, bütüncül farkındalık anlamına
gelen samadhi ve açık görüş, yani prajna. Bunlardan birini diğerlerinden
önemli kabul etmek ya da gözardı etmek, yaşam biçimimizi olumlu yönde
değiştirmek bakımından anlamlı bir sonuç vermez.
Açık görüşe, yani
bağıntılı varoluş anlayışına sahip olmazsak, farkındalık çalışmaları ya da
bütüncül eylem çabaları amacına ulaşmaz. Bağıntılı varoluş anlayışı olmaksızın uygulanan
farkındalık alıştırmaları sonucunda zihnin sakinleşmesiyle ortaya çıkan neşe,
keyif ve aşkınlık durumu, amaç haline getirilirse, kendi içine kapalı bencil
bir kaçışa ve başkalarıyla dayanışmaya yönelik isteksizliğe yol açabilir.Diğer yandan, farkındalık çalışması ve bütüncül eylem olmaksızın, prajna, açık görüş olmaktan çıkıp, ezberlenen katı bir dogmaya ya da çoğunluğun anlama ve kendi hayatıyla ilişkilendirme olanağı bulamadığı skolastik bilgiye dönüşebilir.
Bütüncül eylem de hem açık görüşü, hem de bütüncül farkındalığı dengeler. Farkındalık çalışmaları, açık görüşle temellendirilip, yaşama biçimimizi etkilemiyorsa ve başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmamızı, çatışmalarımızı çözümlememizi destekleme amacı taşımıyorsa, bütüncül değildir. Bütüncül farkındalık, smriti, yani bedensel ve zihinsel olguların farkında olmaktan ibaret değildir, Buna örnek olarak bir suikastçinin hedefini ıskalamadan vurmak için, beş duyusundan gelen uyaranlar ve zihnindeki duygular, düşünceler gibi olgulara yönelik dikkatini artırmaya çalışmasını gösterebiliriz. Bu örnekteki farkındalık, sadece bir dikkat yoğunlaşmasından başka bir şey değildir ve bütünsel farkındalığın sadece bir yönünü oluşturur.
Açık görüş, yani bağıntılı varoluş anlayışı temelinden destek almadan bütüncül eylemde bulunmaya çalışmak da ahlakçılığa ya da reçete edilmiş, kalıplaşmış bir “doğru ve erdemli eylem” çabasına yol açar. Önceden belirlenmiş bir listeden seçilen doğru ve erdemli davranışlarda bulunmaya çalışan kişi, “başkalarına iyilik yaptığını” düşünerek bazı eylemlerde bulunabilir, ancak kendisini “iyilik yaptığı” ötekilerden ayrı, genellikle de daha üst bir konumda görüp, içten içe kibirli bir tutum takınabilir. Çünkü bağıntılı varoluş anlayışına karşıt olarak, değişmeyen ve herşeyden yalıtılmış, soyutlanmış bir benliği olduğuna, bu benliğin de başkalarından çok farklı, eşsiz özellikleri olduğuna ve bir biçimde sonsuza kadar varolacağına ya da bir tek hayat süresince yaşayacağına inanmaktadır.
Öldükten sonra da varlığını sürdüren bir benlik olarak, farklı bedenlerde tekrar tekrar dünyaya gelip, bir kısır döngü (samsara) içinde sonsuza kadar varolacağına inanmakla, sadece 70-80 yıllık bir ömür yaşayıp sonsuza kadar yokolacağına inanmak arasında, hayat görüşü ve yaşama biçimine etkisi bakımından fazla fark olmadığını düşünmek gerekir. Her iki görüş de hayata ilişkin nesneleştirici, şeyleştirici bir anlayışa işaret eder.
Sonsuz varoluş inanışını benimseyen kişi, “bir sonraki hayatında” olumsuz koşullarda, örneğin cehennem aleminde (naraka) dünyaya gelmesine neden olacak bir “kötü karma” yaratmamak için, “olumsuz eylemlerde” bulunmamak adına kendisini zorlayabilir. Ya da “daha iyi koşullarda” (örneğin zengin ve güçlü bir ailede) yeniden doğmak için, “iyi karma” yaratmak amacıyla toplumun onayladığı bazı davranışlarda bulunuyor olabilir. Ancak bu benmerkezci güdülerle belli davranış kalıplarını zorlamayla uygulamaya dayalı “doğru” eylem çabası, genellikle başkalarına ahlakçılık taslamayla, ikiyüzlülükle, içtensizlik ve şekilcilikle sonuçlanır. Buradaki karma anlayışının da ne kadar nesneleştirici bir anlayış olduğuna dikkat çekmek gerek: Karma, eylemlere bağlı, dinamik, etkileşimli süreçler gibi değil, biriktirilen ve adeta para gibi değişim değerine dönüşen bir şey ya da nesne olarak anlaşılmaktadır.
Sonsuz yokoluş inanışını benimseyenler içinse, eşsiz, yalıtılmış ve soyutlanmış benlik, ne pahasına olursa olsun, bulunduğu konumdan “daha üstün” bir konuma gelmek, kısa ömründe her şeyin “en iyisini” ve en fazlasını mümkün olduğunca çabuk elde etmek zorundadır. Gerekirse toplumun onaylamadığı davranışlarda bulunmaktan, başkalarına zarar vermekten çekinmez. Bu anlayışın arka planında, açık görüş yoksunluğu nedeniyle, bütüncül olmayan davranışların kişiye kalıcı mutluluk ve doyum getireceği inancı ve temel olarak, yok olma korkusunun beslediği bir doyumsuzluk yer alır.
Hem sonsuz varoluş hem de sonsuz yokoluşa ilişkin boş inanç ve aşırı görüşlerin ötesindeki çözüm, açık görüşe sahip olup, bütüncül olmayan eylemlerde bulunmaya içtenlikle istek veya eğilim duymamaktır. Bütüncül eylem de bu durumda aynı şekilde kendiliğinden, doğallıkla ortaya çıkar.
Bütüncül eylemin üç boyutu, konuşma,
davranış ve seçilen geçim kaynağından oluşur. Bütüncül konuşma, yalan söylememeyi,
iftira atmamayı, kaba, alaycı, ayrımcı ya da acımasız sözler söylememeyi
içerir. Davranış boyutu hiç bir duyarlı canlıyı öldürmemeyi, hile yapmamayı,
bir şeyi ilgili kişilerin onayı dışında elde etmemeyi ve cinsel sömürüde
bulunmamayı kapsar. Bütüncül bir geçim kaynağı seçmek, öldürmek, şiddet
uygulamak, hile yapmak gibi bağıntılı varoluşla uyumsuz ve bütüncül olmayan
davranışlarda bulunmayı gerektiren geçim kaynaklarını kullanmamak anlamına
gelir.
Bütüncül davranış kapsamında duyarlı
varlıkları öldürmeme ilkesi, et yememeyi gerektirir mi? Bu konu farklı kültürel yapılar
içinde, insanların yaşadığı koşulların gerekliliklerine göre farklı yorumlanır.
Örneğin tarihsel buddhalardan biri olan Siddharta Gautama’nın ilk izleyicilerinin
vejeteryan olmadığını savunan Theraveda ve Vajrayana (Tibet) buddhadharma okulları,
hayvan eti yemenin öldürmeyi gerektirmesine karşın, belli şartlarda bütüncül
bir davranış olduğunu kabul eder: Kişinin kendisi için özel olarak kesilmemiş
olan ve canlı olarak görmediği, önceden kesilmiş olarak satılan bir hayvanın
etini ölçülü miktarda yemesi, bütüncül davranış ilkelerine uygun sayılır. Theraveda
okullarına bağlı kişiler, geleneksel olarak halkın bağışladığı yiyeceklerle
beslendiği ve yemek seçmeleri etik olarak doğru kabul edilmediği için, bu
yiyeceklerden bazılarını et içerdiği gerekçesiyle reddedilmesinin uygun görülmediği
söylenebilir.
Çin’de bulunan bazı Mahayana buddhadharma
okulları vejeteryanlığı bütüncül eylemin bir şartı sayar. Bu okulların
görüşlerine göre, et yemek duyarlı varlıklara karşı şefkatsizliğe yol açabilir.
Çin’deki buddhadharma okulları, manastırlar biçiminde kurulmuştu ve bu
okulların üyeleri, yine halktan aldıkları çoğunlukla parasal bağışlarla
yiyeceklerini kendileri elde ediyordu. Bu koşullarda bir hayvanı besi amaçlı yetiştirip
boğazlamak, ya da canlı olarak seçerek alıp bir kasaba kestirmek,
soğukkanlılıkla bir duyarlı varlığın acı çekmesine ve ölümüne karar vermeyi
gerektirdiği için, insanları katı yürekliliğe yönelteceği düşünülmüştür.
Vajrayana okullarının geliştiği
Tibet’te ise coğrafi koşullar gereği, sebze yetiştiriciliği yaygın değildi, bu
yüzden de ağırlıklı olarak et içeren bir beslenme kültürü gelişmişti. Vajrayana
buddhadharma okulları da bu koşullara uyum sağlamıştı.
Askerlik, avcılık, silah, zehirli
madde, deri ve kürk ticareti, buddhadharma açısından genellikle bütüncül
olmayan geçim kaynakları sayılırken, kendini ve zayıf durumda olanları saldırılardan
korumak amacıyla savaş sanatlarını öğrenmenin bütüncül eylem ilkelerine uygun
olduğu fikri, Çin, Kore ve Japonya’daki bazı buddhadharma okullarında, politik
kargaşa ve zorbalığın egemen olduğu tarihsel koşulların dayatmasıyla kabul
görmüştür. Ancak daha sonra savaş sanatlarına ilişkin bu görüşün, özellikle 20.
yüzyılın başlarında Japonya’da devlet propagandasıyla yozlaştırılarak
militarizmin dayanağı haline getirildiğini hatırlatmak gerekir.
Bütüncül eylemi, farkındalık olmadan
hayata geçirmek mümkün olmaz. Örneğin bazı kırıcı, kaba ya da ayrımcı sözleri,
farkında olmadan, ağız alışkanlığıyla ya da öfkeye kapılarak söyleyebiliriz. Özellikle
bastırılmış ya da açık biçimiyle öfke, bağımlılıklar, takıntılar veya alışkanlıkların
uyuşturucu etkisi gibi, bütüncül eylemin önündeki en büyük engellerden birini
oluşturan bir etki yaratır. Yine aynı şekilde, farkındalık ve anlayış eksikliği
nedeniyle, doğru bir eylemde bulunduğumuzu sanarak zarar verici davranışlarda
bulunabiliriz.
Görüldüğü gibi, sila, samadhi ve
prajna, ancak birlikte uygulandığında anlam ifade eden bir yolun ayrılmaz
parçalarını oluşturmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder