Mistik bir
kavram olarak aydınlanmadan sözedenler, örneğin D. T. Suzuki, Zen Budizme Giriş
adlı kitabında, “Zen bize entelektüel analiz anlamında bir şey öğretmez,” der
ve “sutralar (Budist düşünürlerin yazdığı metinler) sadece zihindeki tozu
temizleyen paçavralardır,” diye ekler.
Bu sözler, çoğunluğun
hayatını kazanmak için gerekenden fazlasını öğrenmeye ve okumaya ya da akıl
yürütmeye hiç de hevesli olmadığı, anti entelektüel bir varoluş tarzını
onaylama anlamında kabul edilebildiğinden, yanlış anlamaya yol açabilir. Ancak
Suzuki, ironik bir şekilde, bu sözleri söylerken fazla eğitim alma olanağını ya
da isteğini bulamamış ve hayatını dedikoduyla ya da televizyonda maç ve dizi
izleyerek geçiren bir çoğunluğa değil, yaşadığı dönemin belirli bir entelektüel
çevresine sesleniyordu.
Düşüncelerin
ve yazılı metinlerin ötesine geçebilmek için, önce eleştirel düşünme ve okuryazarlık
yeteneklerine sahip olmak gerekir. Okuryazarlığın yaygın eğitim kurumları gibi
modern kurumlar bulunmadığı için geniş kitlelere mal olmadığı toplumlarda da,
kişinin zihni dağılmadan bir öğreticiyi dinleme yeteneğine önem verilir. Bunun
için, fiziksel etkenlerden veya çeşitli anlık bireysel istekler ve kaygılardan
kaynaklanan düşünce karmaşasına kapılmadan, dikkat ve yoğunlaşma becerisinin
çabasızca elde edilmesini amaçlayan meditasyon egzersizleri yapılır. Eleştirel
düşünme yeteneğiyle, bireysel bağımlılık ve takıntılardan kaynaklanan düşünce
karmaşasını birbirinden farklı değerlendirmek gerekiyor. Kişi kendisinde bazı
bağımlılık ve takıntıların varolduğunu ve bunlara bağlı düşünceleri ayırdedebilmek
ve çözümleyebilmek için de eleştirel düşünme, akıl yürütme yeteneklerine gerek
duyar. Günümüzde bu yetenekleri okuma yazma yoluyla kazanma olanağına sahibiz.
Suzuki,
“mutlak huzura” ve “aydınlanmaya” ulaşmak için akıl yürütmeden, mantıktan,
hatta kelimelerden kurtulmak ve doğrudan duyusal deneyimlere yönelmek gerektiğini
söylerken, yine yanlış anlamalara açık bir görüşü öne sürüyor. “Doğrudan”
duyusal deneyimlerin ne kadar “doğrudan”, ne kadar yaşama biçimimiz, konuştuğumuz
dil ve içinde yaşadığımız kültürle (bir başka deyişle ideolojiyle ya da dünya
görüşüyle) sınırlandırılmış ve yapılandırılmış, yani dolaylı olduğunu
sorguluyor muyuz? Bu sorgulamayı yapmak için de dünya görüşlerinin,
ideolojilerin yaşantımıza etkisiyle ilgili okumalar yapma ve akıl yürütme
yeteneğine sahip olmak vazgeçilmez bir koşul. Elbette dünya görüşlerine her zaman
gerek duyarız ve her zaman bir dünya görüşümüz olacaktır, ama önemli olan bunun
sınırlarının farkına varmak. Eğer dünyayla ilişkimizi olumsuz biçimde
etkileyen, kendimize ve çevremize yıkıcı etkileri olan bir dünya görüşüne
sahipsek, bu görüşün algımızı ve yaşantımızı nasıl etkilediğinin farkına
vardığımızda bunu değiştirme olanağına sahip olabiliriz.
Yorumlar
Yorum Gönder